Şeylerin Fiyatı – I
29 Şubat 2024 - Mizgin Calagan

Yazan: Seven Ağır

Sosyal girişimlerin en zorlandığı konulardan biri ürünlerini nasıl fiyatlandıracakları konusudur. Sosyal girişimlerin bir yandan toplumsal fayda amacı taşıması, bir yandan da iktisadi açıdan sürdürülebilir olma gereği bu girişimleri geleneksel işletmelerden farklı bir konuma sokmaktadır. Bu yazıda sosyal girişimlerin fiyatlandırma stratejileri açısından önem taşıyabileceğini düşündüğümüz ve iktisadi düşünce tarihinden beslenen bir ‘değer’ ve ‘fiyat’ tartışması sunmayı amaçladık. 

 

Neden sosyal girişimler fiyatlama kaygıları açısından ‘geleneksel’ işletmelerden ayrılır? Ana akım iktisat kuramına göre amacı kârını maksimize etmek olan herhangi bir girişim açısından fiyatlandırma stratejik bir karardır. Oldukça güçlü varsayımlar altında tanımlanan ve gerçek hayatta örneklerini bulmanın zor olduğu, tam rekabetçi piyasalarda firmanın fiyatı etkisi mümkün değildir.  Çünkü bu piyasa yapısında çok sayıda firmanın tamamen aynı ürünü sunduğu varsayılır ve bu koşullarda firma piyasadaki talep ve arzın kendiliğinden etkileşimi ile ortaya çıkarak ‘piyasa fiyatını’ kabul etmek zorunda kalır. Tam rekabetten farklılaşan diğer tüm piyasa yapılarında ise fiyatlandırmanın kârı maksimize edecek şekilde belirlendiği varsayılır. Örneğin ‘tekelci rekabetçi’ piyasalarda fiyatı düşürmek satılan miktarı arttıracak, kârın azalıp azalmadığını ise üretimdeki artış sonucu toplam gelirdeki değişimin toplam maliyetteki değişim ile kıyaslanması belirleyecektir. 

”Tam rekabetçi piyasalar her biri piyasanın bütünü içinde küçük bir yer kaplayan çok sayıda alıcı ve satıcının olduğu, giriş bariyerleri olmayan ve tüm satıcıların tamamen aynı ürünü ürettiği piyasalara verilen isimdir.  Bu tür piyasalarda firmalar ‘fiyat alıcısı’ (price taker) konumundadır. İktisat derslerinde ‘tam rekabetçi’ piyasa aslında olmayan ama farklı piyasa yapılarını karşılaştırmamıza imkân sağlayan bir ‘ideal tip’ olarak kurgulanır.”

 

Bununla birlikte fiyat değişikliği karşısında tüketicilerin ne şekilde tepki vereceği (örneğin fiyat artışı sonucu satın aldıkları ürünü başka bir ürünle ne derede ikame etmeye çalışacakları) yalnızca tüketicilerin alım güçleri ile değil, diğer firmaların ne şekilde davrandıkları ile de ilgilidir. Özellikle az sayıda firmanın benzer tüketiciler için benzer ürünler ürettikleri oligopolistik piyasalarda (oligopolistik piyasalar birbirine benzeyen ya da kısmen farklılaştırılmış ürünlerin sunulduğu ve sektördeki satışların çok büyük bir kısmının az sayıda firma tarafından yapıldığı piyasalardır),  firmalar fiyat stratejilerini diğer firmaların kendi stratejilerine verecekleri tepkiyi de hesaba katarak belirlerler. Bu kuramsal çerçeve içinde firmanın ya da tüketicilerin etik inançları ve tutumları genellikle doğrudan hesaba katılmaz. Bununla birlikte giriş iktisat kitapları dahi aslında gerçek hayatta tüketicilerin talep davranışlarında ‘adil’ ya da ‘adil olmayan’ fiyat artışı ayrımının rol oynayabileceğine dikkat çeker. Örneğin, çeşitli çalışmalara göre tüketiciler bir fiyat artışının üreticilerin maliyet artışından kaynaklandığına inanıyorlarsa fiyat artışı sonucu talep ettikleri miktarı daha az düşürmekte, ama fiyat artışının üreticilerin maliyet artışından farklı sebeplerden kaynaklandığına ve dolayısıyla üreticinin kârını arttırmasına hizmet ettiğine inanıyorlarsa talep ettikleri miktarı daha fazla düşürmektedirler. Bir başka deyişle talebin fiyat esnekliği (talebin fiyat değişikliğine ne derece tepki verdiği) yalnızca söz konusu malın ya da hizmetin niteliği ile ilgili değil, toplumsal adalet duygusu ile de ilgilidir.

 

Bunun yanında piyasada yeterince gözlem yapan herkesin bildiği gibi kendini ‘sosyal girişim’ olarak tanımlamayan ‘geleneksel’ işletmeler bile birçok açıdan ana akım iktisadın firma davranışı tariflerinden farklı davranabilir. Birçok işletme ‘kar maksimizasyonu’ yerine ‘çalışanların geçimi’ veya ‘müşterilerinin güveni’ gibi sebeplerle kısa dönemli kârı öncelemeyen tercihlerde bulunabilir. Gene dar iktisadi rasyonel perspektifine dayalı görüşler, bu tercihlerin de aslında uzun dönemli kârı öncelediği şeklinde bir yoruma yönelir; bununla birlikte geleneksel firma açısında dahi aslında uzun ömürlülük ile kısa dönemli yüksek kâr arasında ödünleşimler var olabileceği ve üretici açısından işletmenin devamlılığına dair kaygıların iktisadi saiklerin ötesinde unsurlarla şekillenmiş olabileceği yadsınamaz.  

 

Sosyal girişimlere geri dönecek olursak, aslında söz konusu işletmelerin kendilerini açıkça sosyal misyonu önceleyen işletmeler olarak tanımlaması ve ‘sosyal değer’ nosyonunun işletmenin var oluşu açısından merkezi önemde olması ‘değer’ ve ‘değerleme’ sorularının açıkça tartışılmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Tamamen geleneksel anlamda iktisadi faaliyetlerini sürdüren, yani sürdürdüğü faaliyetin kendisi doğrudan ‘sosyal misyonu’ ile ilişkili olmayan ama kârlarının bir kısmını sosyal amaçlar için ayıran işletmeleri bir kenara koyuyoruz. Çünkü bu işletmeler açıkça ‘yeniden dağıtım’ işlevleri sağlayan, bir anlamda iktisadi işletme ile hayır kurumunun entegre olduğu yapılar olarak düşünülebilir. Fakat diğer sosyal işletmeler yani iktisadi faaliyetin kendisinin sosyal misyon ile iç içe olduğu işletmeler için ‘değer’ sorusu merkezi önem taşımaktadır.

 

Ana akım iktisada geri dönüp önce değere ilişkin o yazında ne bulduğumuza bakalım. Ana akım iktisat kendini ‘pozitif’ bir bilim olarak tanımlarken büyük oranda ‘objektif bir değer tartışmasından kaçınır. Bununla birlikte piyasa yapılarının etkinliği, ‘tüketici fazlası’ ve ‘üretici fazlası’ ve ‘piyasa başarısızlığı’ gibi kavramlar bağlamında bir ’sosyal değer’ tanımlaması yapmaktadır. Ana akım iktisada göre herhangi bir malın ya da ürünün sosyal değeri o mal ya da ürün için o toplumdaki insanların ödemeye razı olduğu fiyat kadardır. Bir başka deyişle insanların bir şey için biçtiği fiyatın o malın değerine eşit olduğu varsayılır. Bu sayede değerin ‘öznel’ olarak belirleniyor olması sorunu baypas edilir ve öznel tercihlerin fiyatlar şeklinde açığa vurulduğu varsayılır (revealed preferences). 

 

Peki ya üretilen ya da tüketilen bir şeyin o şey için fiyat ödeyen aktör dışındaki aktörlere olumlu ya da olumsuz etkisi (örneğin yanımızda içilen sigaranın sağlığımıza etkisi ya da köyümüzün yakınında kurulan madenin tarımsal üretimimize etkisi) varsa bu ‘toplumsal değeri’ hesaba katmayacak mıyız? İktisat bu etkileri ‘dışsallık’ (externalities) adı altında ele almakta ve bu dışsallıkların da değerinin ölçülmesi gerektiğini kabul etmektedir; özellikle çevre iktisadı alanı bu dışsallıkları ölçmeye yönelik değerleme yöntemleri kullanmaktadır. Örneğin koşullu değerleme (contingent valuation) yöntemi doğal kaynakların piyasa dışı değerlerinin farklı düzeyleri için ödeme isteğini ölçmek için kullanılan, varsayımsal bir piyasa ya da ziyaretçi referandumu üzerine inşa edilen bir anket yöntemidir. Örneğin, bir bölgede yapılacak ağaçlandırma çalışmasının değerinin o bölgede yaşayanların ‘ödeme istekliliği’ (willingness to pay) sorularak belirlenebileceği varsayılır. Bir başka deyişle piyasası olmayan bir hizmet ya da malın değeri o malın ‘tüketicileri’ olarak o bölgede yerleşiklerin ‘vermeye razı oldukları’ fiyatın tespit edilmesi ile belirlenir. Şüphesiz ekolojik kaynakların tükenmesi ve iktisadi faaliyetlerin çevresel bozulma üzerindeki etkilerinin çoğu zaman belli bir bölgeye kısıtlanamayacak olması (örneğin sera gazı emisyonlarının artışı ile hızlanan iklim değişkenliği ve artan afet riskinin küreselliği ve belirsizliği) ve gelecek nesilleri de ilgilendiren öngörülmesi zor niteliği bu tür ‘ölçümleme’ yöntemlerinin kısıtlarına işaret etmektedir. Ekolojik iktisat içinde bir grup araştırmacı tüm kısıtlarına rağmen ‘ekosistem mal ve hizmetlerini’ değerlemeye ve politika çevrelerine sunmaya yarayan bu tür ‘parasal değerleme’ yöntemlerinin önemli olabileceğini vurgulamaktayken, son yıllarda ekolojik iktisat ve Marksist politik iktisat bu değerleme yaklaşımlarına önemli bir eleştiri getirmekte ve parasal değerlerden ziyade madde ve enerji akımlarına odaklanan alternatif değerleme yöntemleri önermektedirler. 

 

Ekolojik iktisadın ölçümlemeye dair alternatif yöntemleri özellikle enerji sektöründeki firmaların finansal kârlılık ve enerji akımı etkilerini birarada değerlendirmeye el verecek şekilde çeşitli çalışmalarda kullanılmaya başladı. Bu küresel-sektörel çalışmaların ‘makro’ yapısı politika yapıcılar açısından büyük önem taşısa da işletme ölçeğinde değer ve fiyat tartışmaları açısından henüz uygulanabilirlik taşımıyor. Burada tekrar mikro ölçekte değer ve fiyat tartışmalarına dönersek sosyal girişimlerin ana akım iktisat yazını dışında yer alan geniş bir klasik ve heterodoks iktisat yazınından faydalanabileceğini söyleyebiliriz. Birbirinden farklı sonuçlara da varsa bu yaklaşımlar temel olarak fiyatların ‘dengeyi sağlayan parametreler’ olarak tanımlanmasından ziyade üretici ve tüketici davranışlarının niyetleri ile ilişkili dinamik bir etkileşim olarak görülmesine dayanır.

”Bu yazından esinlenerek değer nedir sorusuna ilişkin ana akım teoride kısmen unutulmuş ya da ‘aksak piyasalar’ başlığında teknik bir soruna indirgenmiş iki önemli unsura işaret edebiliriz. Bu iki unsur da fiyatın bir tahsis (allocation) mekanizması olmanın ötesinde ‘bölüşümsel’ bir sorunun güç ilişkilerinden bağımsız anlaşılamayacak çözümü olduğunu kabul etmek gerektiğine işaret eder. Bu ön kabul ‘sosyal değer’ odaklı işletmeler açısından da önemli bir başlangıç noktası sağlayabilir.Klasik iktisat kuramları için Smith öncesi ve Adam Smith’i da kattığımız geniş bir politik iktisat yazınını kastediyoruz. Bu yazın fiyatlarla anaakım iktisadın ilgilendiği şekilde (dengeyi veya dengeden ayrılmayı yansıtan parametreler olarak) değil, fiyatları tüketiciler ile üreticiler arasında ‘ahlaki’ boyutu yadsınamaz dinamik bir perspektiften ele alır. Bu yazının daha genel bir değerlendirmesi ve Avusturya ekolü ile devamlılık içeren unsurları için bkz. Sautet, Frederic. “Market theory and the price system.” The Oxford handbook of Austrian economics. New York, NY: Oxford University Press, 2015. 65-93”

 

  1. Bilgi. Giriş düzeyinde iktisat derslerinde bir malı ya da hizmeti nereden alacağımızı belirlerken o malın ya da hizmetin niteliği ve o malın ya da hizmetin başka nereden sağlanabileceğine dair bilgimizin tam olduğunu varsayarız. Bununla birlikte bugün giriş düzeyindeki iktisat derslerinde dahi anlatıldığı üzere birçok piyasa üreticiler ve tüketiciler açısından asimetrik bilgi içerir ve bazı malların ‘piyasada’ sağlanamamasına sebep olur. Ana akım iktisatta piyasaların ‘eksik’ veya asimetrik bilgiye dayanıyor olması bu piyasaların bir tahsis mekanizması olarak ‘kusurlu’ olduğuna işaret eder. Fakat bu kusurluluk ‘piyasanın’ kusursuz olması için gereken ‘bilgi mekanizmalarının’ oluşmamış olmasının bir sonucu, bir başka deyişle teknik bir sorun olarak tarif edilir. Öte yandan piyasa etkileşimlerinin hemen her zaman (iktisadi etkileşimin doğasının zorunlu bir sonucu olarak) bir ‘bilgi’ koordinasyonuna dayanıyor olması gerekliliği aslında piyasa aktörlerinin ‘etik’ sorumluluklarının nasıl tanımlandığının önemine işaret eder.  Örneğin, geleneksel restoranlardan farklı olarak ürünlerini sürdürülebilir tarım ürünlerinden tedarik eden ya da girdilerini doğrudan küçük üreticilerden satın aldığını belirten bir firma bu bilgiyi ‘güvenilir’ şekilde tüketicilere sunabildiği ölçüde tüketiciler ürün için geleneksel muadillerine kıyasla daha yüksek bir fiyat ödemeye razı olacaklardır. Fakat bu güvenilirliğin tesisi, ya enformel güven ilişkilerinin gelişmesini sağlayan yakın mesafe ve şahsi ilişkiler ya da üçüncü kişilerin kontrolüne dayanan ‘güvenilir’ sertifikaların tesisi ile mümkün olacaktır.

 

Bununla birlikte ‘kapitalist’ toplumlarda bilginin manipülasyonu, merkezi olmayan ama oldukça yaygın bir sorundur. Tekelci bir piyasada üretilen bir şeyin ‘kıt olduğu’ algısının pazarlama teknikleri ile nasıl yaratılabileceğinin en çarpıcı örneği De Beers şirketinin geniş orta sınıfları aslında hiç de nadir olmayan elmasların nadir olduğuna ikna edebilmiş olmasıdır. Bir başka deyişle sadece ürünlerinin ‘temiz ve adil’ bir üretimin sonucu üretildiğini göstermek değil, neyin gerçekte ‘kıt’ ya da ‘gerekli’ olduğuna dair ahlaki yargıları da hesaba katmak sosyal girişim açısından bir gereklilik haline gelmektedir. Öte yandan, geleneksel işletmelerin adil veya temiz üretim süreçlerini ‘gösterme’ sorumluluğu taşımadığı bir oyun sahasında, bu sorumluluklar sosyal girişim açısından önemli bir maliyet dezavantajı haline gelmektedir. Sosyal girişimciler farklı duyarlılıklara sahip ve bu tür ‘sosyal sorumlulukların bedelini’ üreticilerle paylaşmaya hazır olan orta-üst sınıfların görece cılız olduğu gelişmekte olan ülkelerde, bu dezavantajı daha da büyük bir sorun olarak deneyimleyebilir. Bu da özellikle bu ülkeler için bilgi asimetrisini azaltacak kurumsal çözümlerin (örneğin türetici ağlarının veya alternatif erişilebilir sertifikaların tesisinin) kamu yararı gözetilerek desteklenmesinin önemine işaret etmektedir.

 

  1. İhtiyaç ve zorunluluk. Ana akım iktisadın temel varsayımlarından biri piyasa etkileşimlerinin tamamen ‘gönüllülük’ üzerine dayandığı algısıdır. Oysa ki piyasadaki ürünlerin niteliği ve tüketicilerin alım gücü doğrudan alıcı ve satıcının pazarlık gücünü ve dolayısıyla gönüllülüğün kısıtlarını şekillendirir. Örneğin, ana ihtiyaç maddelerinde ve yaşamın devamı için gereken ilaç gibi ürünlerde ürüne ihtiyaç duyan kişinin bir pazarlık anında fiyatın düşmesini ‘bekleyebilme’ olanağı yoktur. Bunu genelde ana akım iktisat kuramında talebin düşük fiyat esnekliğine sahip olması olarak ifade ederiz. Geç orta çağ düşünürleri ise bu tür alışverişlerde ‘zorlama’ olduğuna işaret eder.  Bu ürünlere insanların erişimi temel bir hak olarak görülegeldiği için ‘adil fiyat’ nosyonun da hem tarihsel olarak, hem günümüzde en çok bu ürün ve hizmetler için dile getirildiğini görmekteyiz. Bu bakış açısını genişlettiğimizde aslında işveren ile işçiler arasındaki ilişkinin de çoğu zaman bu asimetrik güç ilişkisini yansıttığını kolaylıkla söyleyebiliriz. Fakat hem temel ihtiyaçlar, hem de işgücü piyasaları için bu ‘zoraki’ unsurun altını çizmek ve devlet müdahalesini meşrulaştırmak günümüz liberal ve liberteryan söylemleri içinde piyasadaki ‘dengesizlik’ ile ilişkilendirilmekte, müdahalenin kendisi kıtlığın ya da işsizliğin sebebi olarak sunulmaktadır. Bu görüşün karşısında ise şirketlerin arz şokları ve maliyet artışı karşısındaki stratejilerinin ‘rekabetçi’ mekanizmalarının altını oyduğu ve kârlarını ücretlerden daha fazla arttırabildikleri öne sürülmektedir. Bu yazı bağlamında son birkaç yılda artan küresel enflasyonun alevlendirdiği bu tartışmaları derinlemesine inceleyemesek de tartışmanın kendisinin kaçınılmaz olarak bölüşümsel sorulara (aslında ürünlerin fiyatları artarken neden ücretler aynı oranda atmıyor?) uzandığını söyleyelim.

 

Bu ‘bölüşümsellik’ meselesinin merkeziliği bir sosyal girişim açısından hem çalışanlarına ödeyeceği ücretleri, hem de ürettiği ürünün fiyatını belirlerken—özellikle de temel bir gereksinim ise—pazarlık gücünü ve bunun bölüşümsel etkilerini hesaba katmak anlamına gelmektedir. Burada şüphesiz girişimci açısından cevaplaması zor sorular (örneğin ücretleri artırırken ne şekilde ürünün fiyatındaki artışı dizginleyebileceği) ve bazı önemli ödünleşimler ortaya çıkarmaktadır. Gene adil fiyat nosyonu ile doğrudan ilişkili olan ‘adil kâr’ kavramı tarihsel örneklerde bu sorulara ‘el yordamı’ (rules-of-thumb) ile verilen cevaplar olarak görülebilir. Günümüzde adil kâr gibi bir kavram ana akım iktisadın ‘piyasa serbestisi’ nosyonuyla doğrudan çelişkili görülse de gerçek hayatta alışverişlerimizdeki tutumlarımızdan, hükümetlerin enflasyona dair aldığı önlemlere kadar geniş bir alanda önem taşımaktadır. Bu önemin ön kabulü ve adaletin açıkça telaffuzu özellikle birincil olarak ‘kâr amacı gütmeyen’ sosyal girişimlerin önemli bir yeniden bölüşüm sahasının genişlemesine aracılık eden aktörler olarak öne çıkmasını sağlayabilir. Bununla birlikte sosyal girişimci de geleneksel girişimci gibi risk almakta ve girişimi sonucu illa sermaye açısından olmasa da itibar açısından donanımını riske atmaktadır. Kâr amacının ikincil olduğu durumlarda sosyal girişimin risk ile ne şekilde (yüksek risk-düşük kâr) baş edeceği, işletmenin başarı veya başarısızlığı durumlarında sosyo-psikolojik olarak hangi motivasyon ve teşvik unsurlarının önemli olmaya devam edeceği sosyal girişim ekosistemini geliştirmeye çalışan aktörler açısından da önemli sorulardır.

 

İhtiyaç konusunun bir diğer makro ayağı ise neyin ‘gereklilik’ olduğu ve kıt ekolojik kaynakların ‘gereklilik olmayan’ ürünlere harcanmasında ne tür kısıtlamalar olması gerektiğine dair inançlarımızla ilişkilidir. Örneğin, ortalama geliri 5000 dolar olan bir toplumda yalnızca toplumun en zengin %1’inin isteklerini karşılamaya yönelik alt üretim kollarının ortaya çıkması ne kadar kabul edilebilir sorusu, politik açıdan kaçınması zor bir sorudur. Şüphesiz geç feodal dönemde olduğu gibi elitlerin taleplerinin daha geniş ve dinamik bir ticaret alanının ortaya çıkması gibi uzun vadede faydalı etkileri olabileceğini düşünüyorsak elit talebine dair bir itirazımız olamaz. Bununla birlikte 21. Yüzyılın demokratik toplumlarında talebin gelir ve varlık eşitsizliğini azaltacak yeniden bölüşüm politikalarıyla artırılması siyaseten daha makul bir patikaya işaret etmektedir. 

 

Kapitalist toplumların hem gelişmiş hem de az gelişmiş ülkelerde içerdiği yüksek ‘bölüşümsel çatışma’nın sebeplerinden biri ‘pozisyonel’ metalardır: İnsanlar yalnızca sahip oldukları şeylerden tatmin sağlamaz, başkalarına göre daha fazla ya da başkalarına kıyasla daha nadir bulunan şeylere ya da deneyimlere sahip olmayı arzularlar. Bu tür ‘pozisyonel metaların üretilmesinin ‘sosyal değeri’ arttırmaktan ziyade eşitsizliği arttırdığı klasik iktisatçılar tarafından da vurgulanmış ve kimi klasik iktisatçılar yüksek vergilendirmeyi bir çözüm olarak önermiştir. İhtiyaç ile istek arasında bir fark olmadığı fikrinin gittikçe yaygınlık kazandığı bir kültürel ortamda fiyatların ötesine geçen bir sosyal değer kaygısı aslında sosyal girişimler açısından bu pozisyonel metalara dair bir değerlendirmeyi de gerekli kılmaktadır. Günümüzde geleneksel üreticiler gibi sosyal girişimciler de bir ‘marka’ yaratma ihtiyacı içindedir. Bu markanın yaratılması geleneksel işletmeler için ister istemez bir ‘değer manipülasyonu’ (bir sembol olarak o malın sahibine katacağı değere ilişkin bir önerme) içermektedir. Bir sosyal girişimci benzer bir sembolik değeri kurgulamalı mıdır? Bu tür bir değer manipülasyonu ne zaman toplumun pozisyonel metalarla güçlenen eşitsizliğine hizmet eder, ne zaman ‘daha eşitlikçi’ bir tüketimi hayal edebilmemizi sağlar? Bu sorulara her zaman net cevapları olmasa da veya cevaplar önemli maddi ve manevi ödünleşimler anlamına gelse de sosyal girişimciler açısından göz ardı edilmemesi gerekir.

 

Sonuç 

Bu yazıda klasik ve heterodoks iktisattan yola çıkarak sosyal girişimlerin değer ve değerleme sorularına dair önem taşıyabilecek bazı önemli sorulara işaret etik. İki temel konunun altını çizdik: Birincisi, piyasa aktörlerinin, daha genel anlamda paydaşların, bilgiyi nasıl edindiği ya da edinemediği teknik bir sorundan ziyade aktörlerin güç asimetrilerini şekillendiren politik bir sorundur. Bu anlamda sosyal girişimlerin ürünlerinin ‘hak ettiği’ fiyatın belirlenmesinin kurumsal koşulları güvenilirliğin tesisini sağlayacak kamusal ve topluluk-temelli kurumlar ile mümkün olacaktır: İkincisi, tüketicilerin temel ihtiyaçların fiyat artışına veya işçilerin ücretlerin göreli düşüşüne görece az tepki gösterebilmesi (‘düşük esneklik’ olarak tarif ettiğimiz düşük pazarlık gücü) politik bir sorundur. Fiyatların, ücretlerin veya kârın adil olup olmamasına dair oluşturduğumuz yargılar aslında bu pazarlık gücünün ‘eşitsiz bir politik-sosyal’ ortamda gerçekleşmesi (biz iktisatçılar buna ‘piyasa yapısı’ desek de) ile ilişkili bir bölüşüm sorunudur. Sosyal girişimlerin misyonları içinde ürünlerinin ve ücretlerinin ‘adil’ tespitine öncelik vermesi aslında bu ‘bölüşümsel’ alanın özel sektör içinde genişlemesi açısından da kritik rol oynayabilir.  Bu anlamda sosyal girişimler yalnızca belli sektörlerde yenilikçi otonom aktörler olmanın ötesine geçip, toplumsal dönüşümün öncü dönüştürücü aktörleri arasında yer alabilir.

 

Kaynaklar

•R. Costanza, S. Farber “Introduction to the special issue on the dynamics and value of ecosystem services: integrating economic and ecological perspectives,” Ecological Economics, 41 (2002), pp. 367-373,

•R. Costanza “Embodied energy and economic valuation,” Science, 210 (1980), pp. 1219-1224,

•Court, Victor, and Florian Fizaine. “Long-term estimates of the energy-return-on-investment (EROI) of coal, oil, and gas global productions.” Ecological Economics 138 (2017): 145-159

•Edward Jay Epstein, “Have you ever tried to sell a diamond?” The Atlantic, February 1982 

• https://www.npr.org/2022/11/29/1139342874/corporate-greed-and-the-inflation-mystery; https://jacobin.com/2023/08/isabella-weber-greedflation-inflation-profit-margins-economics

• Carlsson, Fredrik, O. L. O. F. Johansson‐Stenman,and Peter Martinsson. “Do you enjoy having more than others? Survey evidence of positional goods.” Economica 74.296 (2007): 586-598.